Pages

Home » » Sürdürülemez Olan Gerçekten Fransa'nın Kamu Borcu mu?

Sürdürülemez Olan Gerçekten Fransa'nın Kamu Borcu mu?

Fransa'da hükümetler, 1974 yılından beri devlet bütçesinin iki yakasını bir araya getiremiyorlar. Yani gelirler ile giderler denk değil. Yeni rakamlar[1] açıklandıkça da, kamu borcu politikacıların, gazetecilerin ve akademisyenlerin ağzından düşmüyor. Fransa bunu yıllardır beceremeyen tek ülke de değil Euro bölgesinde.

Kamu borcunun sürdürülemez olduğu gerçeği, üzerinde tartışılamaz bir tabu. Tabu olmanın yanısıra kitlelerin günlük hayatını şiddetle etkileyen siyasi kararların da sorgulanamaz itici gücü. Mücadelenin sloganı ise bildik ve açık. 'Kazandığımızdan fazlasını harcayamayız'! Bu şekilde söylendiğinde kulağa da çok mantıksız gelmiyor aslında.

Kamu borcunun azaltılması konusunda sunulan çözümler de mücadelenin sloganı kadar bildik ve açık. Daha fazla rekabet gücü (üretim maaliyetlerinin derhal düşürülmesi), özelleştirmeler ve kemer sıkma adına atılan her yeni adım, çözüm yönünde bir ilerleme olarak gösteriliyor. Yunanistan'da, İspanya'da, Portekiz'de ve artık daha sık Fransa'da, son yıllarda binlerce AB vatandaşı bu kararları protesto ediyorlar. Peki sürdürülemez olan gerçekten ve sadece ülkelerin kamu borcu mu? Hatta başka sorular da geliyor akıllara. Mesela bu kamu borcu denilen canavar neden özellikle son yıllarda başta Yunanistan, İtalya, İspanya, İrlanda ve Fransa olmak üzere Avrupa Ülkelerinin neredeyse tamamında büyük bir dert haline geldi? Bir başka soru daha. Eğitimden sağlıktan, savunmadan, hukuktan (yani denklemin harcamalar ayağından) bu denli kesinti yapılmasına karşın neden kamu borcu denilen bu canavarın harareti alınamıyor? Bilakis sorunlar daha da büyüyor. Çözümlerin şiddeti artsa da olumlu sonuçlar alınamıyor. Sakın sorun başka bir yerde olmasın? 

Bu sorulara ne kredi derecelendirme kuruluşlarının not düşürme tehdidinden kaynaklı paniğe ne de herhangi bir siyasi ideolojiye kapılmadan (bu daha zor görünüyor) olabildiğince basitçe ve sakince yaklaşalım. Ekonominin anlaşılamaz ve sadece maruz kalınması gereken bir fenomen olduğu yönündeki önkabulü ise derhal geride bırakalım. Üzerinden geçmemiz gereken çok basit bir kavram var. Para arzı. Bildiğimiz piyasada dolaşan para miktarı. Makro ekonomiye giriş bilgilerimizin üzerindeki tozu hafifçe kaldırmamıza bile gerek yok. Bakkalda, markette, pazarda, butikte, kullandığımız nakit paraya, kredilerle yaratılan parayı da eklediğimizde piyasadaki toplam para miktarına ulaşıyoruz ki bu da para arzı demek. Bunu bilmek için ekonomist olmamıza gerek yok. Toplam para arzının yaratılmasının iki temel yolu var. Bunu anlamak için de yine ekonomist olmamıza gerek yok. Bunun bir yolu Merkez Bankaları'nın para basması. Diğeri ise ticari bankaların verdiği krediler sayesinde yaratılan nakit. 

Merkez Bankaları yıllarca para basarken bunu iki farklı amaçla yaptılar. İlki, ekonomi büyüdüğünde yani işler iyi gittiğinde para arzını arttırmak. Yine aynı çerçevede, ekonomi daraldığında para arzını kısmak suretiyle gündelik alış verişin sağlıklı işleyişini tesis ettiler. Ancak diğer yandan bal tutan parmağını yalarmış dedirten bir şey daha yaptılar. Siyasilerin elinde seçim öncesinde maymuna döndüler. Yani bol kepçeden dağıtılan vaadlerle dengesi bozulan bütçe açıklarını kapatmak üzere kullanıldılar. Bu ikinci yöntem zamanla dikkat çekti ve Merkez Bankaları para basma yeteneklerini (Fransa'da 1973)[2] kaybettiler. Hatırlarsak bu şart, 2007 Lizbon Antlaşması’nın, 123 no'lu maddesinde de aynen bulunmaktadır[3] Peki Merkez Bankaları'nın  bu yeteneklerini kaybetmelerinden sonra ekonominin genişleme ve daralması durumunda para arzıyla oynama görevini kim yapıyor? Para arzının iki kaynağını hatırlarsak (para basma ve kredi) sorunun cevabının çok açık olduğunu hemen göreceğiz. Kredi veren ticari bankalar bu görevi şu an üstlenmiş durumdalar. Diğer bir ifadeyle, mevcut durumda para arzı yaratma sorumluluğu finansal sistemde faaliyet gösteren ticari bankalara devredilmiş durumda. Sorumluluk büyük. Ticari bankalar bunu nasıl yapıyor peki? Bunu yapmalarının tek yolu para basamayacaklarına göre bildiklerini yapmaya devam etmeleri yani kredi vermeleri.  

Mevcut durumda aynen bireyler ve şirketler gibi devletler de yıllardır ihtiyaç duydukları anda artık finansal piyasalara gidiyorlar. (Burada Almanya örneğini bir başka yazıya bırakalım) ve devam edelim. Şu an baktığımız tabloda, hem hanehalkı yani bireyler, hem şirketler, hem de hükümetler, küreselleşmiş finansal sistem içinde faaliyet gösteren ticari bankaların önünde sıraya girmiş borç almak üzere bekliyorlar. Ekonominin en basit mekanizmasının yani para arzının tespit ve tesisi artık ticari bankaların görevi. Ticari bankalar da bunu kredi ile yapıyorlar dedik. Kredi dediğimizde aklımıza ilk gelen kavram ise paranın bedeli yani faiz.

Merkez Bankaları para bastığında bunun bedelini enflasyon olarak sistem de halk da ödüyordu. Bu işi ticari bankalar yaptığından beri de bir bedel var. Bu bedel şiddetli bir şekilde büyüyor. Bu bedel artık sürdürülemez hale gelen kamu borcunun neden sürdürülemez olduğunun da cevabı. Çünkü faizleri de eklenince bu borçlar kartopu etkisiyle büyüyorlar. Bu Türkiye’de çok iyi bildiğimiz bir süreç. Para arzını tesis etme görevinin ticari bankaların eline geçmesinden sonra ödenen bedel ağır ama en azından hesaplanmış ve baştan kabul edilmiştir diyerek kendimizi başka bir ideoloji çukuruna düşmekten kurtarabilir miyiz? Bu soruyu içimizden cevaplayalım. Ancak diğer bir soru daha var ki asıl korkutucu olan. Acaba bu ticari bankaların tüm sistemi döndürecek kadar gücü var mı?

Ticari bankalar da ihtiyaç duydukları zaman faaliyet gösterdikleri devletin Merkez Bankası’na başvurarak kaynak ihtiyaçlarını giderebiliyorlar ki maalesef anlaşılamaz olan da bu. Yani kısaca zurnanın akordu burada bozuluyor.  Merkez Bankaları bu ticari bankalara da babalık yapıyor aynı anda.  Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse eskiden siyasilerin elindeki bal, yıllardır ticari bankaların peteğine damla damla akıyor. Mevcut durumda devletler ticari bankaların elinde esir alınmış durumdalar. Bu tespit ideolojik bir tespit değil. Çünkü hükümetlerin, şirketlerden ve bireylerden farklı olarak fiyatı şu (yüksek) olursa almam krediyi deme lüksüne (seçme şansına) sahip değiller.  

Sistemin mevcut tasarımı, belli bir zümreyi (ticari bankalar ve sahiplerini) ayrıcalıklı bir konuma geçirerek, zenginliğin drenaj usulüyle tek bir sektörde yoğun olarak birikmesine sebep olmaktadır. Bu tespiti ideolojik bir saplantıdan ziyade suni ve sürdürülemez ve hatta anlaşılmaz bir durumun ifadesi olarak okumak doğru olur. Diğer yandan bunların hepsinden önemlisi sistemin ancak ve sadece kredi ile devam ettirilebilir bir hal alıyor olması ki aslında sürdürülemez olan tam da budur! Bu tespitin herhangi bir gruba yakın ya da uzak olmakla ya da belirli bir kesimi sevmek ya da sevmemekle maalesef ilgisi yoktur.

Bu bağlamda daha fazla da uzatmadan,  iki konuya daha vurgu yapalım. İlki Avrupa Merkez Bankası Başkanı Mario Draghi'nin gönüllere soğuk sular serpen, devlet borçlarının ne olursa olsun arkasındayım  açıklaması. Bunun arkasında saklanan  küçük bir detay: Her devlet borcunun Merkez Bankası tarafından satın alınması karşısında aynı miktarda şirket borcunun elden çıkarılması. Yani Avrupa Merkez Bankası (piyasaları) rahatlatacak cevapları verecek düzeneklere sahipmiş gibi görünebilir ancak bu düzenekleri işler hale getirecek kartuşu gerçekte sınırlıdır.[4] 

Diğer bir vurgu ise François Hollande’ın büyümeyi slogan yaptığı ekonomi politikasının teorik olarak mevcut düzenekle uyumsuzluğu. Ekonominin bedeli ne olursa olsun büyümesi kamu borcunu mevcut düzende tedavi edemez. Para arzının ticari bankalar tarafından kredi yoluyla tesisiyle tanımlanan mevcut düzenek (kredi ve kredi ve yine kredi) değişmediği sürece kamu borcu konusunda bir gelişme sağlanması yapısal olarak mümkün değil. Örneğin Eylül 2013’de, Finans Bakanı P. Moscovici’nin büyüme artıyor ancak kamu borcu çok yükseldi açıklaması da bunu destekliyor.[5]

Standard and Poors'un Cuma günü Fransa'nın kredi notunu düşürmesini sadece Fransa bağlamında değil bir kez de bu açıdan düşünelim.





[2] 3 Ocak 1973 tarihli, Pompidou-Giscard ya da Rothschild Kanunu olarak bilinen kanun. Merkez Bankasının para basma yetkisini sınırlıyor. G.Pompidou’nun, De Gaulle’ün ardından Fransa Cumhurbaşkanı olmadan önce Rothschild Bankası’nın Genel Müdürü olduğunu ve yine Valery Giscard D’Estang’in de o dönemde Pombidou’nun Finans Bakanı olduğunu hatırlayalım. Fransa’da yasalar yasayı geçiren seçilmişlerin adı ile anılıyor.  
[4] ‘Euro şimdilik kurtuldu ama yapısal sorunlar devam ediyor’, Jacques sapir, L’expansion, Nisan 2013, sayfa:40.

0 comments:

Facebook Blogger Plugin: Bloggerized by AllBlogTools.com Enhanced by MyBloggerTricks.com

Enregistrer un commentaire

 
Support : Copyright © 2013. Okumalar Yazmalar - All Rights Reserved